PROGRAM NOTLARI

Yeniçeri Ocağının Sultan II. Mahmut tarafından kapatılması ve dolayısı ile Mehterhane‘nin kaldırılıp yerine 1826 yılında Saray Müzik Okulu da diyebileceğimiz Mızıka-i Humayun‘un kurulması ile Osmanlı İmparatorluğu sınırları çok sesli müzik algısı ile doğrudan temas etti.

Yine II. Mahmud‘un emri ile yapılan çalışmalar sonucunda bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi‘nin Taşkışla Binası‘nda Mızıka-i Humayun adı altında Doğu ve Batı Müziği Bölümlerinden oluşan bir kurum 1826 yılında kurulup 1827 yılında faaliyete geçmiş oldu.

1828 yılında kurumun başına Giuseppe Donizetti’nin davet edilmesi ile imparatorluk sarayının ve özellikle Pera’da yerleşe gelen ve güncelin ticari çehresini temsil eden büyük bir bölümü de gayrimüslimlerden oluşan Osmanlı nüfusunun müzik zevki bir daha deri dönülmemek üzere değiştirdi.

Sultan Abdülmecit’in saltanata gelmesi ve özellikle 1839 yılında Tanzimat Fermanı’nın yayınlanması ile toplumsal yenilenme heyecanı sosyal katmanları oluşturan pek çok kesimde yankı buldu. Opera kumpanyaları biri diğeri ardına İstanbul’u ziyaret etti, Saray Opera Tiyatrosu inşa edildi, pek çok tiyatro özel teşebbüs idaresinde düzenli sezon konser ve temsiller yapmaya başladı. Toplumu etkileyen bu değişim cinsiyet konusunda da hoşgörü ortamını yaratıyor ve kadınlarında kültürel yaşama dahil olmasının temel taşlarını oluşturdu. Öyle ki; saray içerisinde sadece kadınlardan oluşan bir orkestra ve hatta bir bale grubunun var olmasına sebep olurken, özellikle Pera’da sahnelenen opera, tiyatro, operet gibi etkinliklerde de kadınların katılım oranı gözle görülür nispette arttı.

Osmanlı İmparatorluğu tabasında ilk opera besteleyen kişi 1869 yılı sonlarında Olympia adlı operası sahnelenen Dikran Çuhaciyan’dır. Ancak bizim için Dikran Çuhaciyan’ın asıl önemli tarafı, 9 Aralık 1872 tarihinde Gedikpaşa Tiyatrosu’nda sahnelenen “Arif’in Hilesi” isimli bu opereti bestelemiş olmasıdır.

Dikran Çuhaciyan’ın en tanınmış opereti ise, 1874 yılında yazdığı ve konusunu İstanbul’da geçen bir aşk hikâyesi olarak verdiği “Leblebici Hor Hor Ağa”dır. Operet ilk kez Beyoğlu’ndaki Fransız Tiyatrosu’nda Çuhaciyan ve arkadaşlarının kurduğu “Osmanlı Opera Kumpanyası” tarafından 1875 yılında sergilenmiştir. Çok sesli bir görünüme bürünmeye başlayan kültürel yaşam aynı zamanda toplumsal manzarasıyla da bu yeni heyecanı destekledi. Galata Köprüsü’nün açılmasıyla Haliç’in birleşmesi, Şirket-i Hayriye’nin kurulması ile düzenli seferlerin başlaması ve boğaz köyleri ile kent merkezinin yakınlaşması, raylı sistemin şehir içi ulaşımda halkla tanışması, hatta Karaköy - Pera arasında çalışmaya başlayan Tünel’in açılması söz konusu heyecanın yeni açılan Avrupai kafeler, restoranlar, sosyal kulüpler, modayı takip eden giyim mağazaları, müzik mağazaları, kadınlı erkekli devam edilen eğlence ve dans mekânlarında vücut buldu.

TDK’nın Türkçe sözlüğüne baktığımızda Dans sözcüğünün, Müzik temposuna uyularak yapılan ve estetik değer taşıyan düzenli vücut hareketleri, olarak tanımlandığını görürüz. Oysa 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında dans kadın ile erkeğin özgürce bir arada olup, birbirlerini tanıdıkları, sadece dış görünüm değil mental yapıları hakkında fikir sahibi olabildikleri bir sosyal eylem olarak algılandı.

19. yüzyılın başlarında kıta Avrupası kuzey ve güney Amerika’ya göç ediyor ve beraberlerinde getirdikleri geleneğe dayalı hayat görgüleri gerek yerli halk gerekse asırlardır köle olarak Afrika kıtasından taşınarak orada kendi toplumsal habitatını yaratan siyahi kültürle karışarak yeni bir sanat doğumuna neden oldu. Özellikle kıtanın güney bölümünde hüküm süren feodal yönetimler, Avrupa’dan göçen yeni nüfus için umut yerine hayal kırıklığı, refah yerine ekonomik sıkıntılar ve toplumsal diriliş yerine sosyal çöküntü nedeni oldu.

Bu hayal kırıklıkları, geleceğe ait büyük umutlar ve geçmişten getirilen kültürle, harmanlanarak Arjantin’de Tango müziğini oluşturmaya başladı.

Tango, Buenos Aires’de, o dönem alt sınıf olarak adlandırılan, fakir ve en temel sosyal haklardan bile yararlanamayan, bu insanlar tarafından 1865 ile 1880 yılları arasında şekillenmeye başladı. Bu yüzden Tango müziği, içerisinde hırçınlık, asilik, küstahlık gibi bazı duygular ile kalp kırıklıkları ve paramparça olan hayaller neticesinde melankoliyi taşır.

Buenos Aires gettolarında doğan bu müzik başlarda iki erkeğin dans figürlerine eşlik etmiş sonraları kadın ve erkeğin ortak paydası olarak sosyal katmanlarda yaygınlaşmaya başladı. Tango her ne kadar Arjantin doğumlu olsa da, özellikle ticari gemilerle Avrupa’ya geçen yolcu, işçi ya da salt müzisyenler aracılığı ile Avrupa’ya taşınmış ve ilk çılgınlık derecesindeki sıçramasını 20. yüzyılın başlarında Fransa’da yaşadı.

Ardından her toplum bu müziğin döngüsünde da kendi yaşam felsefesinden fidanlar edinerek kendi Tango ormanlarını oluşturdu.

1874 yılında Çuhacıyan tarafından yazılan ilk Operetimiz “Leblebici Horhor Ağa” da aslında İstanbul yaşantısının çok sesliliğe evirilmesinin ilk zirvesidir. Ardı ardına yazılan pek çok operet, melodram, revü Pera Tiyatroları’nda sahnelenirken, sahneden yansıyan ışıltı da toplumun demokratik yönetilme arzusu için kaçınılmaz bir ortam hazırladı.

Cumhuriyetin ilanı, insan haklarının insana teslim edilmesi ile vatana sahip olma hedefli yurttaşlık olgusu sadece erkek egemenliğinde kalmayarak eşitlik yaşam ilkemiz hâline geldi.

Ülkemizde yazılan ilk tango denemesi Muhlis Sebahattin Bey’in bir operetinin içinde kullandığı ve 1928 - 1929 yıllarında taş plak aracılığı ile kaydı dinleyiciye ulaştırılan ve sözsüz olan Tango Türk’tür. Yine aynı tarihlerde Necip Celâl Andel “Mazi” tangosunu bestelemiş ve müzik tarihimizin ilk Türkçe sözlü tangosu halkla buluştu. Gerek Necip Celâl gerekse Fehmi Ege ve Necdet Koyutürk erken dönem Türk tangosunun orkestra şefi ve bestecileri olarak öne çıkan isimleri oldu. Seyyan Hanım, Afife Hanım, Birsen Hanım gibi ilk dönem tango seslendiricilerini sonraları Celâl İnce, Şecaattin Tanyerli, İbrahim Özgür, Zehra Eren gibi diğerleri takip etti. Türk Tangosu başlangıcından itibaren yaklaşık 40 yıl sönmeyen ateşi ile toplumun aydınlanma ocaklarından bir oldu.

Tango sevgisi yayıldıkça yeni dans atölyeleri kurulmuş, yeni dans kulüpleri açılmış, yeni danslar tangoya eklenmiş ve dikilen toplumsal hoşgörü fidanı serpilerek açık zihinlerin ormanı oluşmaya başladı.

Amerikalı roman yazarı Waldo Frank, tangoyu “hayatın ve trajik duyguların estetik bir biçimde toplumca ifadesidir. Halkın geleneklere ve olağan hadiselere göre gün be gün yarattığı bir öykü, anlamlı bir açıklamadır.” şeklinde açıklar.

Temeli karşı cinsten iki insanın son derece özenli bir saygı içerisinde birbirlerine olan duygularını figüratif bir mizansene dönüştürme üzerine kurgulanan Tango dansı ve müziği özellikle yetmişli yıllardan itibaren ülkemizde popülerliğini yitirmiş ve toplumsal yansıması da aynı yitiklikle izdüşümünü buldu.

— HAKAN ŞENSOY

Yukarı